Özelleştirme ve Rekabet – I: Neden?

Ö

Rekabet hukuku ile ilgili seminerlerde eğer özelleştirme konusu gündeme gelir ise, katılımcıların büyük çoğunluğunun olaya koşullanmış olarak yaklaştıkları ve artık klasik bir hâline gelen şu soruyu sorduklarını görürüz:

Ülkenin “en çok kâr eden kuruluşları arasında yer alan bu KİT’leri biz neden “satıyoruz“? 

Yukarıda yer verilen soruda tırnak içinde belirtilen ifadeler aslında genellikle farkında olmadığımız yönlendirmelere ve değer yargılarına işaret ediyor ve bugüne kadar çok fazla üzerinde durulmadığı içinde de yanlış ya da özensiz cevap verilmesine yol açıyor. Soruya en iyi şekilde cevap verebilmek amacıyla, filmi biraz başa sararak öncelikle KİT’lerin ortaya çıkış nedenlerine bakalım ve devletin neden piyasada aktör olarak yer alıp “alkol, sigara, kibrit, ayakkabı, giyim, halı ve dokuma, çay, şeker, cam, demir-çelik, çimento, elektrik ve telekomünikasyon hizmetleri” ürettiğine bakalım…

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin benimsediği ve devamını getiremediği ideolojik tercihler bir yana bırakılırsa, piyasa ekonomisini en başından beri benimseyen ülkeler açısından aslında bunların hiçbirini devletin üretmesine gerek olmadığı bir bakıma kanıtlanmıştır: Örneğin ABD’de elektrik ve telekomünikasyon hizmetleri bile en başından beri özel sektör tarafından sağlanmıştır.

Ancak, diğer ülkeler açısından “devlet mi yoksa piyasa mı üretecek?” sorusunun cevabında belirleyici olan bir çok değişken söz konusudur. Bunların en başında ise “girişimci” ve “sermaye” gelmektedir. Örneğin Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda piyasa ekonomisi tercih edilsin ya da edilmesin, enerji üretimi, telekomünikasyon altyapısı ya da demir-çelik, çimento gibi devasa yatırımlar yapmak bir yana, müteşebbislerin “toplu iğne yapacak” beşeri sermayeye, mali birikime ve teçhizata sahip olmadığı ve bu nedenle devletin “üretici olarak” ekonominin bütün alanlarına nüfuz ettiği de bilinen bir gerçektir.

Piyasa ekonomisi tercihinin belirginleşmesine paralel olarak, özelleştirmeler vasıtasıyla kamunun piyasalarda üretici olmaktan çıkması, yalnızca düzenleyici ve denetleyici olarak faaliyet göstermesi beklenmektedir. Bu nedenle de özellikle 1990’lı yıllardan itibaren bir dizi özelleştirme gerçekleşmiş, kamunun elindeki işletmelerin sayısı azalmıştır.

Herhangi bir şirketin özelleştirilmesi aşamasında ise, doğal olarak çok farklı görüşler gündeme gelmekte, ancak bunlar günün sonunda “özelleştirme iyidir” veya “özelleştirme kötüdür” önermelerinden birisine bağlanmaktadır. Bu iki önerme de yine bizi şu önemli gerçekten koparmaktadır:

“Özelleştirme bir amaç değil araçtır; bu nedenle iyi yapılırsa toplum refahı açısından olumlu sonuçlar verir, kötü yapılırsa toplum refahını olumsuz yönde etkiler.”

Ancak bu noktada yeni bir yanlış yönlendirmeye mahal vermemek amacıyla, “özelleştirmenin nasıl yapılması gerektiği” hususunu bir sonraki yazıya erteleyerek öncelikle “Özelleştirme gerekli midir? Bu aracı neden kullanmak zorundayız?” sorusuna cevap vermek gerekiyor:

Özelleştirmenin amacı, “kamu teşebbüslerini özel sektöre satarak onlardan kurtulmak” değil bilakis “kamu teşebbüslerinin kamu elinde özel sektör mantığı ile işletilmesi bir türlü başarılamadığı için, bunları özel teşebbüse devrederek ataletten kurtarmak, bunların daha verimli bir şekilde işletilmelerini sağlamaktır”.

Konuyu somutlaştırmak amacıyla bizzat olayın kahramanlarından dinlediğim dört örneği paylaşayım sizlerle:

Bir nedenle kağıt üretimi ile ilgili bir KİT’i ziyaret eden bir arkadaşım fabrikanın bacasının yanmadığını görür; nedenini sorduğunda ise verilen cevap Nasreddin Hoca’nın çalıya takılan koyunların yününü satıp borcunu ödemesini aratmayacak şekildedir: Özetle, fırının yanmasını sağlayan elektrik aksamında bir sıkıntı vardır fakat işten anlayan teknisyen emekli olduğu ve yerine kimse alınmadığı için arızayı tamir edecek kimse yoktur. İhale vb. gerekler nedeniyle hizmet dışarıdan temin edilememektedir; ancak çözüm olarak bir stajyer ayarlanmıştır; emekli olan görevli şehir dışındaki tatilinden dönünce stajyeri eğitecek, stajyer de arızayı tamir edecek, bu sayede fırın yanmaya başlayacak ve gerekli ısıya ulaşınca -ki bu üç ayı almaktadır-üretim yeniden başlayacaktır (!). Bu arada atıl olan fabrikanın ve çalışanların 2000 yılı rakamıyla yaklaşık 5 trilyon TL olan aylık gideri vergilerimizden karşılanmaktadır.

İkinci örnek, özelleştirme öncesinde bir gecede bir KİT’e 1500 (bin beş yüz) adet güvenlik görevlisinin alınmasıdır. Özelleştirme sonrasında söz konusu KİT’teki birçok kişi başka kurumlarda istihdam edilmesine rağmen, işlemden yaklaşık on yıl sonra eski KİT’in yeni yöneticilerinin rekabet baskısı nedeniyle daha verimli hâle gelmek için çaba sarf ettiklerini belirttiklerine, ancak hâlen ellerinde gereğinden fazla personel bulunduğundan yakınmakta olduğuna şahit oldum.

Bir başka örnekte ise, kamuya ait bir içki fabrikasının hemen önündeki satış noktası, burada çalışan memurun biriken parayı ilgili banka şubesine yatırmak üzere ayrılmak zorunda olması nedeniyle, saat 16.30’da kapanmakta, turistik istikamette olan bu satış noktasında akşam üzerine doğru artan talep karşılanamamaktadır. Dahası aynı tesiste satış ve pazarlamadan sorumlu kişilerin telefonlarının üç dakikalık konuşma süresiyle sınırlı olması satışları olumsuz yönde etkilemektedir.

Dördüncü örnek ise vaktiyle ayakkabı üreten bir KİT’te genel müdürlük yapmış olan bir arkadaşımın anısı. Arkadaşım yeni görevine atandıktan sonra üretim bandını gözden geçirir ve ürünlerin belirli bir noktaya kadar gelip bir kişinin önünde yığıldığını görür. Söz konusu işçi başka bir göreve nakledilip yerine işi daha hızlı yapan birisi getirilir ve değişikliği izleyen gün üretim yaklaşık beş kat birden artar! Ancak, görev yeri değiştirilen kişi “Ankara’dan destek alarak” üretim bandındaki yerine döner. Pes etmeyen genel müdür, bu kez de söz konusu kişiyi bir başkası vasıtasıyla “fabrikanın İstanbul Boğazı’na nazır kameriyesinde arada sırada ağırlanan kişilere çay getirmesi, günün geri kalanında da keyif çatması” için ikna eder ve bu sayede üretim tekrar verimli hale gelir. Fakat, bu kez de anılan kameriyede görev yapan ve yeni gelen kişi ile anlaşamayan çaycının “yakınları” devreye girer; verimsiz çalışan kişi üretim bandındaki yerine geri döner, üretim yeniden düşer, genel müdür ise bir başka göreve atanmak üzere Ankara’ya alınır…

Yukarıdaki dört örnek açısından da ilk olarak vurgulanması gereken husus işin insanı boyutu ve istihdam boyutudur: Gerekmediği halde bir KİT’e bir sürü kişinin alınmasının, kötü yönetim sonucunda çalışanların aylak kalmasının, sonucunda yine çalışanların işsizlikle karşı karşıya kalmasının nedeni çalışanlar değildir; bu nedenle de çalışanları suçlamak kolaycılıktan öte bir anlam taşımamaktadır. Sorunun temel nedeni KİT’lerin hangi ülkede olursa olsun ve ne yapılırsa yapılsın kolay kolay özel sektör mantığıyla işletilememesidir.

İkinci olarak vurgulanması gereken husus, özelleştirme öncesinde KİT’lerin bilerek ve istenerek zarar ettirildiğine dair zaman zaman ortaya çıkan iddialar olmakla beraber bunlara ilişkin yorum yapacak konumda değilim; yukarıda verilen üç örneğin genelleştirilip genelleştirilemeyeceğini de bilmiyorum. Ancak, bunları değerlendirme açısından KİT’leri (a) “rekabetçi piyasa koşullarına göre faaliyet gösterenler” ve (b) “tekelci piyasa koşullarına göre faaliyet gösterenler” olmak üzere iki ana kategoride ele almanın önemli bir başlangıç olduğuna inanıyorum.

Dolayısıyla;

(a) Rekabetçi piyasa koşullarına göre faaliyet gösteren KİT’ler, çeşitli şekillerde kendilerine sağlanan imtiyazların kalkmasını müteakip özel sektör ile aynı koşullarda yarışmaya başladıkları anda yeterli dinamizmi, performansı ve verimliliği gösteremediklerinden bunların zarar etmeleri kaçınılmaz hâle geliyor.

(b) Tekelci piyasa koşullarına göre faaliyet gösteren KİT’ler ise, tekel gücünü kullanarak kâr etmeye devam ediyorlar; ancak bunların karşılarında herhangi bir rakip olmadığı için verimli olup olmadıklarını, söz konusu ürünleri daha düşük maliyetle üretip bizlere sunup sunmayacaklarını ve bir yandan bunları yaparak bir yandan da kârlarını arttırıp arttıramayacaklarını bilmiyoruz. Örneğin, elektrik üretim, iletim ve dağıtımında tekel olan bir şirket maliyetinin üzerine belirli bir kâr koyarak bunu tüketicilere sunduğunda, tüketiciler ister istemez asgari düzeyde de olsa elektrik tüketeceğinden şirketin zarar etmesi de, maliyetlerini düşürme ve daha verimli olma konusunda kendiliğinden çaba sarf etmesi de beklenti dahilinde olmayacaktır.

Bu nedenle, özelleştirme olayının “kâr eden KİT’lerin elden çıkarılması” olarak etiketlendirip kestirme yoldan “özelleştirme kötüdür” hükmüne varmadan önce bir kez daha düşünüp “Özelleştirme nasıl yapılırsa KİT’lere ilişkin olarak yukarıda yer verilen atalet giderilir ve toplumsal açıdan bir fark ve fayda yaratılmış olur?” sorusuna odaklanmak gerekmektedir. Bu soruya cevap ise “Özelleştirme ve Rekabet – II: Nasıl? ” başlıklı bir sonraki yazının konusunu oluşturmaktadır.


* Bu yazının özgün hali 27.02.2012 tarihinde Rekabet Kurumu İnternet Sitesi’nin “Rekabet Yazıları” bölümünde yayınlamıştır. Çalışmada yer verilen görüşler, yazarın kendi görüşleri olup Rekabet Kurumu’nu bağlayıcı değildir.

Barış Ekdi

Barış Ekdi

Deneyimli rekabet uzmanı, uyumluluk uzmanı, yazar ve kişisel gelişim meraklısı...

Daha fazla bilgi için menüden “HAKKIMDA” sayfasına bakınız.

İletişim